22 Mart 2010 Pazartesi


Kortejo Photograph Exhibition of "Houses for Families"

The only thing that doesn't chnage is poverty

Family houses that belong to underprivilaged Jews now belong to Turks

Through the project consultancy of Yusuf Tuvi, the photograph exhibition on the subject of Kortejo-Houses for Families, showing the real stories of poverty and were reflected on the object glass of Birol Üzmez who is a member of Phograph Art Association in Izmir (IFOD) and Simurgphotos, will be hold at Schneidertempel Art Center in Istanbul on April 8th. 2010.
Consisting of 60 colored photographs, the exhibition could be visited until May 2nd. 2010.

After 500 years, Jewish family houses (kortejo) that indicates a life style specific to Izmir have become shelter for underprivileged Izmirian families. Kortejos where Jews without means who have migrated from Spain used to live in by supporting each other to adapt themselves to their new lives are now a new place for deprived families, unfortunate, lonely, and lost people. Most of them have similar stories. Young, old, women, men, children who have had significant difficulties in their lives are now living in the same courtyard and trying to survive. These people's lives have a common space, as well as a common destiny; it shows the possibilities of the future for us…

These deserted last examples of the family houses that gain their meanings with the underprivileged Jewish people who were living inside are now telling different stories.

Final backyards in Izmir

Jewish family houses (Yahudihane) are the witnesses of a 500 year history; it is a cultural heritage that is specific to Izmir. These important spaces that were somehow ignored and that we do not know much about now begins anew through the lens of Birol Uzmez, who is a member of İFOD and Simurgphotos. A common courtyard, a single entrance for security and control, common spaces like toilets, shower, kitchen, a shelter for people in need, and most importantly Jewish Spanish language (Ladino) that makes living together possible, common religious beliefs and traditions…These are some of the common features of Jewish family houses…Jews have left these houses in 1948 and they are now used by underprivileged Turks.
It is not possible to reach accurate information about these spaces that are not known to many Izmirians, about their number and their current owners. There is no doubt that this cultural heritage will attract attention by Birol Uzmez's photographs which brings them to Izmir's agenda again.
Birol Uzmez is a member of İfod and Simurgphotos; the real poverty stories that are reflected in his photos can be seen by photography and Izmir lovers in Schneidertempel 8 April 2010.
The recent history of Kortejos
It is thought that Izmir kortejos have started with the arrival of Spanish Jews in Izmir. It means that these kortejos exist for about 500 years. According to the interviews with some of the habitants of kortejos, these houses were used by Jewish people even in 1940's. However, the amount of kortejos has started to decrease in 19th century because Jews have moved to better houses for better living conditions. The first kortejos were shelter for Sephardic Jews who were in need. They had a common language, traditions, and foods. Kortejos, or Yahuthane as Izmirian people call it, were also secure places for people with different backgrounds. According to the expression of some old Jews, kortejos were emptied in the 50's. This situation can be explained by the fact that underprivileged Jewish people in Turkey have migrated to Israel in 1948. There were not many people wanting to live in such places anymore. There were more kortejos in Thessalonica than in Izmir where Jewish people were living. In recent years, Turkish people coming from the east started to settle in these houses. Migration in Turkey has gradually increased in Turkey starting from 50's until the 70's. Because of this reason, underprivileged Turkish immigrants have settled in these kortejos. The rents for the rooms are very low and living conditions are quite poor. It also means that protecting kortejos are no longer possible. Some kortejos give interesting although inadequate clues about old lifestyles. Most of the people who can give information on this subject have migrated to Israel.


Birol Üzmez
biroluzmez@gmail.com
www.simurgphotos.com

GSM : 0 505 317 30 01


Opening Date of the Exhibition : 8 May 2010 Thursday

Opening/Coctail : 18:00 - 20:00

Address : Bankalar Cad. Felek Sk. No:1 34420 Karaköy-İst


Phone: 0 212 249 01 50
e-mail: sanat@schneidertempel.com
www.schneidertempel.com

Ziyaret saatleri; Hafta içi her gün 10.30- 17.00, Cumartesi kapalı, Pazar; 12.00-16.00

Visiting hours ; every weekday 10:30-17:00, Closed on Saturdays, Sundays 12:00-16:00

2 Mart 2010 Salı

Mortakya Roman Kahramanları Fotoğraf Sergisi



İzmir’in Kahramanlar semtindeki Ege Mahallesi’nde
her şey gerçek, her şey oyun, her şey masal, her şey “roman”
gibi... Bu nedenle onlara “Roman Kahramanları” demek sanırım yanlış olmaz.


Tüm çağlarda farklı yaşam tarzlarıyla dünyanın farklı kültür renklerinden en bilineni olan Romanların İzmir'deki görsel tarihi fotoğraf ile yazıldı.

Hayata bakışları, umutları, sevgileri, belki de en çok imrenilen neşeleriyle İzmir Ege mahallesi romanlarının belgesel fotoğraf sergisi 2 Mart 2009 Salı günü saat 19.00 da İfod Olcayto Caneri Sergi salonu'nda açılacak.

18 Şubat 2010 Perşembe

SAMİ GÜNER KUPASI BİROL ÜZMEZ'İN



1991'de kaybettiğimiz ünlü fotoğrafçımız Sami Güner’i anmak ve fotoğraf dünyamıza yeni bir heyecan kazandırmak için FOTOGEN (Fotoğraf Sanatı Derneği) tarafından düzenlenen TÜRKİYE konulu Sami Güner Kupası fotoğraf gösterisi yarışması’nın bu yılki sonuçları belli oldu.
Türkiye’nin Fotoğraf Oscarı sayılabilecek yarışmaya İzmir den katılan İfod ve Simurgphotos üyesi Birol Üzmez , Kortejo Aile Evleri isimli altı dakikalık belgesel fotoğraf gösterisiyle Sami Güner Kupasını almaya hak kazandı.
Yine Simurgphotos ve İfod üyelerinden Tülün Şaşmaz Üzmez “Akvaryum”,Tolga Taçmahal “Metro” isimli çalışmalarıyla üçüncü tura geçtiler.

Cengiz Karlıova, İbrahim Göksungur ve Yusuf Darıyerli’den oluşan seçici kurulun değerlendirmesi sonucunda Birol Üzmez ile birlikte, Edirne’den Behiç Günalan “Süpürgenin Yalnız Ustaları”, Bandırma’dan Bilkan Uçkan “ Kuşların Dansı”, Manisa’dan Erol Mollaibrahimoğlu ise “Adımlar” çalışmalarıyla kupa almaya hak kazandı. 90 gösterinin katıldığı yarışmada bu yıl 32 gösteri başarılı bulundu.

Sami Güner Kupası ödül töreni ve gösterileri 20 Şubat Cumartesi günü saat 16.00 da Fotoğrafevinde yapılacak.

Sami Güner Kupası’nı kazanmak için birbirini izleyen yarışmalarda üç yıl başarılı olmak gerekiyor. Üzmez birinci yıl İzmir de Ege Mahallesi’nde yaşayan Romanların gündelik yaşamlarının öyküsünü anlatmış,ikinci yıl ise Zonguldaklı Maden İşçilerinin zor yaşam koşullarını belgelemişti.

Sami Güner Kupasını almaya hak kazandığı Kortejo Aile Evleri projesinde Birol Üzmez, uzun yıllar içinde yaşayan Yahudi vatandaşlarla anlam kazanmış Aile Evlerinin son izlerini sürdü.
İzmir’e özel bir yaşam biçimi Musevi aile evleri (kortejo), günümüzde yoksul İzmirli ailelerin, kimsesizlerin sığınağı oldu. 1492 yılında İspanya’dan göç eden Sefarad Yahudilerinin birbirine omuz vererek yeni hayatlarına uyum için bir arada yaşadıkları kortejolar, şimdilerde hayata tutunmak için yaşadıkları dört duvardan güç alan yoksul ailelerin, kimsesizlerin, yalnızların ve kaybolmuşların yeni mekanı. Birçoğunun benzer hikayelerle, kelimenin tam anlamıyla hayatın sillesini yiyen, genç, yaşlı, kadın erkek, çocuk aynı avlunun içinde, aynı kaderi paylaşarak hayata tutunmaya çalışıyor. Kaderleri gibi kullandıkları mekanlarda ortak olan bu insanların hayatları, aslında yarın neler yaşayabileceğimizin göstergesi.

500 yıllık bir tarihe tanıklık eden, Musevi aile evleri (Yahudihane) İzmir’e özel bir kültürel miras. Bugüne kadar her nedense göz ardı edilen, hakkında çokta fazla şey bilmediğimiz bu önemli mekanlar İFOD ve Simurgphotos üyesi Birol Üzmez’in objektifinde hayat buldu.

Zamanın bir yerinde içinde yaşayan yoksul Musevilerle anlam kazanmış Aile Evleri’nin son örnekleri, bugün kaderine terk edilmiş halde bizlere artık başka öyküler anlatıyorlar.
1948 yılında bu mekanları tamamen terk eden Musevilerin geride bıraktığı binalar ise bugün fakir Türkler tarafından kullanılıyor.

http://www.tfsf.org/index.php?option=com_content&task=view&id=1520&Itemid=67

26 Kasım 2009 Perşembe

HAYATIN İÇİNDEN FOTOĞRAFLAR


HAYATIN İÇİNDEN FOTOĞRAFLAR

“Yaşam içinde önemli olan şey insanlara ne tepeden bakmak ne de küçük görmektir. Hayatta en önemli şey insanlarla aynı seviyeye gelebilmektir.”

Çocukken okuduğumuz, dinlediğimiz masallardan anımsarız heybetli ‘devler’ ile ufacık ‘cüceleri’… Büyüdükçe anlarız ki devler de cüceler de yalnızca masal kahramanı değil, gerçek aynı zamanda.

İfod ve Simurgphotos üyesi Tülün Şaşmaz Üzmez ‘in “Hayatın İçinden” isimli fotoğraf sergisi 3 Aralık Dünya Engelliler Günü etkinlikleri kapsamında İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin desteği ile 4 Aralık 2009 Cuma günü saat 16.00 da Tarihi Havagazı Fabrikası Kültür Sanat Merkezi’nde açılacak.
Belgesel fotoğraf üzerine projeler üreten Tülün Şaşmaz Üzmez, Romanlar’dan sonra objektifini cücelerin yaşamına doğrulttu. Cüceleri belgelerken onların yaşamındaki zorlukları ve dışlanmaları gördü. Ama boyları kısa olanların inanılmaz azmini de. Yoksullukla, geçim derdiyle,kendi kendileriyle barışık hallerini görüntüledi önce ve sonra toplumdan zoraki uzaklıklarını.

SORUNLARINA IŞIK TUTACAK

Cücelerin gündelik ve sosyal yaşamdan soyutlandığını söyleyen Şaşmaz, “Bu insanların bir özrü yok, onlar da sizin benim gibi işsizlik ile boğuşuyor, gelecek kaygısı taşıyor, evini nasıl geçindireceğini düşünüyor. Dünya Engelliler Günü kapsamında izleyicilerle buluşacak sergim, toplumda göz ardı edilen ve çoğu zaman görmezden gelinen cücelerin sorunlarına ışık tutacağına inanıyorum” diye konuştu.
10 Aralık 2009 tarihine kadar açık kalacak sergide siyah-beyaz 40 fotoğraf yer alacak.

PHOTOGRAPS FROM INSIDE OF LIFE
An important thing in life is neither to look down nor to disdain others. The most important thing in life is to be able come to same level with them.

Tülün Şaşmaz Üzmez is the member of İfod and Simurgphotos. Her photograph exhibition, titled as “From Inside of Life”, will be opened at Tarihi Havagazı Fabrikası Center of Culture and Art with the support of the Municipality of Izmir Metropolis through the scope of the December 3, World Disabled People Day activities.

Tülün Şaşmaz Üzmez, who has produced projects on documentary photography, points her object glasses to the lives of Midgets after Romans.

IT WILL SHED LIGHT ON PROBLEMS
Şaşmaz argues Midgets are isolated from daily social life. She told that “These people dont have any handicap. They struggle with unemployment, have concern about future, think how to make living just like you and me. My exhibition will be met with viewers through World Disabled People Day. I believe it will shed light on the problems of Midgets, which are often neglected”. There will be 40 black and white photograps in the exhibition which will be opened until December 10, 2009.

16 Ekim 2009 Cuma

Aileevleri İzmir’in kadim hikâyesinin en eski duraklarından biridir











SON “AVLULARIMIZ” KORTEJO’LAR SOLARKEN

Hayat her yerde olduğu gibi İzmir’de de o bildik devriyle çalıp duruyor.
Her sabah gök kızarıyor, oradan Körfez’e düşüyor kıvılcım; derken sular tutuşuyor ucundan.
Vapurları çözüyorlar, Kemeraltı’nda dükkân önünü ıslayıp süpürüyor bir çırak. En yaşlı Yahudi’den on kat daha yaşlı boyoz, fırından tablalara oradan yoksul Kürt çocuklarının omzuna, en sevdiği arkadaşları kumru ve gevreğin yanı başına düşüyor.
Haşlanmış yumurtayla yiyoruz biz onu Pasaport’ta; parmaklarımızı da yalarız daima. Üstüne radyoda Müzeyyen Senar yakalanır bazen.
İzmir’in içinde civanım aman kurulur Pazar
İzmir’in çapkını yelelelellim aman pazarı bozar
Eğri giy fesini civanım aman değmesin nazar.
Şimdi bu eski taş plağı yani “çekirdeksiz nar da gelir” Güzel İzmir’imizi yeniden çalsak, o meşhur “aileevlerini” dinleriz belki de.
Ah, aileevleri! Eski İzmir’in dört yanında açan o Babil kuleleri.
Türk edebiyatının en delikanlı, en İzmirli kalemlerinden Tarık Dursun K. böyle diyor aileevleri için: “İzmir büyük bir aileevi gibiydi. İçinde de bin bir dilin konuşulduğu Babil kuleleri…” Yani, Boşnak Doğan’la Kürt Memo’nun yanı başında Yasef Usta ile selamlaştığı, Türkçe, Rumca, Boşnakça, İbranice şarkılar ve küfürlerle yüzyıllık taşların yıkandığı o avlular.
Tarık Dursun, en güzel İzmir anlatılarından biri olan “Rızabey Aileevi” romanında işte o taşlık ve avlulardan çıkan yoksul insanların hayatla çaresiz kavgasını anlatmıştı.
Aileevleri İzmir’in kadim hikâyesinin en eski duraklarından biridir.
Yaklaşık beş yüz yıl önce yurtlarından, İspanya’dan kopup gelen Sefarad Yahudileri beraberlerinde kendilerine özgü bir yaşam ve mimari biçimini de getirdiler. Kendi dillerinde “Kortejo” yani avlu anlamına gelen yapılar kurarak ortak hayatın temelini attılar.
Bizim önce“Yahuthane” ardından Aileevi diyerek İzmirli ve “bizden” yaptığımız bu yaşam alanları aslında çok sayıda ailenin bir bina vücudu içerisinde beraber yaşamalarının karşılığıdır. Buralarda bireysel yaşam, kamusal alan içerisinde kendi özgün yapısını bularak kaynaştı ve adeta komünal hayatın basit formunu oluşturdu.
Tek cümle kapısından girilen avluda gündelik yaşamda yer alan yemek pişirme, çamaşır/bulaşık yıkama, elişi yapma, yemek yeme, tıraş olma, çocukları hazırlama gibi gündelik eylemlerin hepsi ortak alanda yani kortejo'da gerçekleşirdi. Yine her ailevinin avlusunda temiz suyun karşılandığı serin kuyusu vardı. Avluyu çeviren üst katlar ise aileler için ayrılmış özel yaşam alanları yani odalarla çevriliydi.
Beraber yemek pişirme, pişeni ortaklaşma, beraber dua etme, sevinci ve tasayı paylaşma üzerine kurulu bu yaşam “göçmen” gelen Yahudiler için öncelikle güvenli ve huzurlu bir hayat alanı yarattı.
Ancak bu yaşam alanları hep böyle kalmadı elbette. Yavaş yavaş kentin ruhunu kendine kattı ve İzmirlileşti.
Zamanla maddi durumları iyileşen Yahudiler Kortejo’larından ayrıldıkça yerlerini her milletten kentli yeni yoksullar doldurdu. Fakat bu değişim ortak yaşama kültürünü zedelemedi aksine daha da renkli ve canlı hale getirdi.
Bakın İzmir’in zamanında en hoş simalarından biri olan Boşnak Enver, İzmirli yazar Yaşar Aksoy’a nasıl anlatıyor bu evleri.
“Aileevlerinde ise dostluk, yardımlaşma, hurra gürra vardır. Anladın mı? Yan evden gelen çorba kokusu öteden gelen pilaki kokusu karışır, yanı başındaki Avramiko buz gibi karpuz kesmiştir, ortasından bölüp sana uzatıverir. Az sonra elinde tepsisiyle Mefharet’in kızı pişi dağıtmaya başlar. Dümbelek sesine Müzeyyen Senar karışır, ötede düğün vardır, davullar çalınır, zurna ötüp durur, deniz kıyısına bakan penceresine ilişmiş Marika ise İstavroz çıkarır... Komşuluklar, dostluklar, aşklar, kıskançlıklar, nefretler, evlenmeler, cinayetler hep bu aile evlerinde birlikte yaşarken olup biter. Koca bir akrabalar sülalesi düşünün. İşte burada herkes akraba gibidir. ”
İşte bu renkli dünya 1950’lı yıllardan itibaren solmaya başladı. Yoksul İzmirli Yahudiler neredeyse göz açıp kapayana kadar İsrail’e göç etti. Ardından azınlıklar İzmir’i terk ettiler. Kahkaha ve hıçkırıkların şenlendirdiği avlular hızlı kentleşmenin getirdiği acımasız terk ediş ve yıkıma karşı duramadı; birer birer anılarımızın eski duvarlarının ardına çekildi.
Şimdilerde son kalan aileevleri yine kentin en yoksullarını barındırıyor. Çoğu yıkılmak üzere.
Gidecek yeri kalmamış, yaşamın kıyısından dahi kovulmuş, yoksullukları yüzünden kamu idaresinin istatistiklerinden bile çıkarılmış bu insanlar hâlâ o çatılar altında titreyen umutlarını söndürmemeye çalışıyorlar.
Bu “en” yoksulların bir kısmı eski aileevlerini ve eski komşularını hatırlıyorlar. Yani bir ömürdür aynı evlerdeler. Diğerleri ise çatışmaların, göçün, hayatın insafsızlığının ve kimsesizliğin dalgaları arasında buralara düşmüşler. Her yağan yağmurla biraz daha eriyen, yıkılan, gün geçtikçe solan son aileevleri onların da belki son sığınağı.
İzmir ise aileevlerini ve içinde yaşayanları çoktan unutmuş.
Ama bu sırt dönüş aslında sadece yoksulluğa yönelik bir umursamazlık değil; ortak yaşamaya ve çok renkliliğe dair de bir “hafıza kaybı”. Ve böyle bir unutma aslında bütün insanlığın, hepimizin yoksullaşması değil mi?


Ahmet Büke/İzmir
http://sessizkule.blogspot.com/



11 Ekim 2009 Pazar

KORTEJOLAR YAŞAMALI
























Tarık Dursun K

KORTEJOLAR YAŞAMALI

Bu insanlar sınıfsız,kimliksiz ve yapayalnızdır. Bu insanların çok şaşkınlık uyandıracak yaşam savaşları var. Şöyle bir tabir vardır Türkiye de: Aç mezarı yoktur. Doğrudur .Ama o insanların hikayelerini yazacak yazar yok. Diyeceksiniz ki sizin kuşağınız ne yaptı! Bizim kuşağımız da toplumun en yakınından tanıdığını zannettiği bir kesitinin serüvenlerini anlattı.
1950 li yıllarda İsrail devretinin kurulması büyük göç falan olayları sırasında ben esot ta otobüslerde biletçi olarak çalışıyordum.Otobüslerde üç posta çalışılıyordu.Sabahleyin, öğleden sonra ve akşam. O günün sabahını ve ya o günün başlangıcı olan sabahı unutmak mümkün değil. Ben evden çıktım ayak seslerim korku filmlerindeki gibi büyük gürültü çıkarıyor gibi geldi bana. Durağa geldim genel bir servis arabası vardır ,biletçileri,şöförleri kontrolörleri alır ve garaja götürür. Garaj Basmanenin oradaki garajdı. Beni de alacak olan otobüsün gelmesi için durağa gittim. Durakta iki üç kişi vardı ve inanılmaz sessizlik hakimdi. Alacakaranlık hikayeleri vardır ya onlar gibiydi.Ürküntü vericiydi. Servis arabasıyla garaja gittiğimiz de haberi öğrendik. Yahudiler o gün sabaha karşı çekmişler gitmişler. Bir şehrin bağırsaklarını, beynini kalbini tüm organlarını her şeyini boşaltmışsınız ve çengelde asılı olarak kalmış.Ben böyle bir şeye rastlamadım.Ondan sonra arkası geldi tabi. Boyozlar gitti, Süpyeler gitti her şey gitti. Yalnız İzmirin bir güzel yanı vardır Lahmacuna yenilmemiştir.

RIZA BEY AİLE EVİ

Rıza Bey Aile Evi, benim için bir “olgu” ydu: Hergün önünden gelip geçtiğim, daha henüz”apartman” geleneğinin oluşmadığı dönemlerdi o günler. Bıyıkları yeni yeni terlemeye başlamış, çiçeği burnunda, beylik deyimle başında kavak yelleri esen bir delikanlıydım.Şiir yazıyordum, her şeyi şiir olarak görmeye çalışıyordum: İzmir’i, kadınları, denizi,İnciraltını, Alsancak’ı, eski vapur iskelesini,Karşıyaka’yı,Ferihan’ı… Rıza Bey Aile Evi şiir değildi elbet, roman mıydı, hikaye miydi? Belki de uzun hikayeydi , olabilir. Otobüs biletçiliğinden kaçıp kaçıp Bahribaba Parkı’na gider, oturur, yöneticilerin ihanetine uğramamış körfezimizi seyreder, şiir kurar, sonra kalkıp Halkevi’ne ağır adımlarla yürürdüm. Rıza Bey Aile Evi’ni o sıralarda “keşfettim”. Düşünebiliyor musunuz: bir kapıdan giriyorsunuz on adım yürüyorsunuz ve denize ulaşıveriyorsunuz. İki yanda iki sıralı odalar. O odalarda kendilerince birer dünya kurmuş insanlar. Hepsi de İzmirli ama! Çok büyük yazarlar vardır, anlatırlar: Günler günü yazacakları romanın başkişilerini gidip yerlerinde görür, inceler,kılı kırk yarıp romanlarına aktarırlarmış. Ben onlardan değilim. İzmir dışına düştüğümde nice İzmir hikayelerim arasında”Rıza Bey Aile Evi” ni kurdum günlerden bir gün. Kişilerini de bir zamanlar aralarında yaşadığım, içlerinden çıktığım insanlar arasından seçtim, kurguladım. Rızabey Aile Evi’ni yazdım.İyi de ettim.
Kitaptaki karekterler bütünüyle değilse bile, yine de gerçeklik payı çokca olan kişilerdir. Hiçbiri Rızabey Aile Evi’nde oturmadılar, öylesine bir serüveni yaşamadılar. Onlara o Rızabey Aile Evi’ni de, o serüveni de ben layık gördüm. Hulisi, gerçekten Hulusi değildi; Bahriyeli Cemal de öyle. Adların bir önemi var mı? Fatma’yı her zaman sevdim. Tariş’teki kantar katipliğim sırasındaki işçi kızlarını da. Sıcak, Remarque ya da, İsrati kahramanlarına yaraşır dostluklar, ancak İzmir insanında bulunur dostluklardır. Gazete koleksiyonlarını karıştırın, benzeri dostluk destanlarına kolaylıkla rastlayacaksınız.

Tıpkı eski güzel evlerin, sokakların, tahta iskelenin,”boyoz”un, eski sevgililerin, tramvayların, yalı evlerinin, kadın banyolarının,cumbalı sakız tipi evlerin giderek yok olduğu gibi… Mezarlık başındaki hanların “Asri Sinema”nın: O güzelim 36 kısım tekmili birden gösterilen seriallerinde yok olmaları gibi. Rıza Bey Aile Evi de yok artık. Yıkıldı. Ben görmedim. İyiki görmedim,çok acıyacaktım çünkü. Bir buldozer gelmiş ve bir saat içinde yerle bir etmiş Rıza Bey Aile Evi’ni. İzmirli bir okurun bana ertesi gün gazetede çıkan haberi resmiyle birlikte gönderdi, oradan okuyup öğrendim ben de.

"Peki , Rıza Bey Aile Evi yıkıldı da İzmir'de aile evlerinin köküne kibrit suyu ekildi ve yoksul insanlar her türlü uygarlığın nimetlerini içeren yeni evlere mi kavuştular? Hiç sanmam! Rıza Bey Aile Evleri olmadan İzmir mi olurmuş? Yoksullar kentinde nohut oda bakla sofa evcikler, her zaman, ama her zaman, ama her zaman Rıza Bey Aile Evi'dir. Bu düzende de Rıza Bey Aile Evi olarak kalacaktır. Bu yüzden bence Rıza Bey Aile Evleri İzmir'de hala yaşıyor."

İZMİR’İN BABİL KULELERİ

İzmir büyük bir Aile eviydi. İçinde Babil kulesi gibi çok diller konuşuluyor, çok ırktan insanlar bir arada yaşıyor . Çok yadırgatıcıdır , ben sizin Arnavut, ermeni,rum, Levanten ötekinin Boşnak, diğerinin Yahudi kürt ya da arap olduğunu ne önemsedik, ne ciddiye aldık ne de sorduk. Bizim için Doğan Boşnak Doğa idi,kürt memoydu.
Mahallemiz, yaşama biçimimiz İzmir in büyük bir aile evi şeklinde oluşu insanları daha sıcak bir yakınlaşmaya itti. Çok yadırgatıcı gelecek ama evlerimizin kapısı açıktı. Aile evleri apartman gibi çok katlı üst üste yapılardan oluşmuyordu. Bir koridor boyunca sıralanmış odalardaki insanlar birbirlerinin her şeylerini de biliyorlardı. Aile evinde yaşayanlar birbirlerine her bakımdan destek çıkardı.Göz hakkı vardı, burun hakkı diye bir şey vardı. Bunlar artık geldi ve geçti.Eger bütün evi saran bir mahalleyi ızgara işi yapıyorsanız mutlaka dagıtım olurdu. Peki nereye gitti bu adamlar!Yaşar Kemal in dediği gibi o güzel adamlar o güzel atlarına binip nereye gittiler!
Aile evlerinde oturan Yahudilerin ortak düğünleri oluyordu. Örneğin sivastan alevi geleneklerine göre bir düğün yapılıyor çingenesi de gelirdi, arnavutu da gelirdi, rumu da gelirdi ,Giritlisi de gelirdi. O insana hüzün veren bir dayanışmaydı. Onların tek örneği aile eviydi. Aile evleri bilinçsizce kömün yaşamıydı .İzmir Birleşmiş milletler değil babil kulesi gibide sabahleyin akıl almaz şekilde canlılık olurdu, tulumbadan su çekilir ,traşlar olunur, tuvalete girip çıkma kavgaları yapılır o sırada havada, Rumca, Kürtçe, Hırvatça ,Boşnakça,İbranice kelimeler dolaşıyor Kaposibe diyor biri dobro dobro diyer öteki. Bunlar geçmelimiydi bitmelimiydi. Silinmelimiydi bilemiyorum. Hayat yürümesine devam ediyor. Yaşam sürdürülüyor.değişime de aykırı düşmemek koşuluyla her şey yeniden kuruluyor.
Giden sevgiliye Kuş mu ne uçtu gitti, tayyaremi ni düştü gitti.
Kendinizi anlatırsanız hikaye hikaye olur gerçek gerçek olur.
Evet bitti.bizim hikayemiz budar hepsi hikaye.

5 Ekim 2009 Pazartesi

Ah kanarini muhlikos, sozmopires topyalo













“Koklamaya kıyamam benim güzel Kanaryam”

Zor söyletirdik anneanneme ama hiç kırmadı bizi ve ince sesiyle hep söyledi sarı kanarya şarkısının Rumcasını. Bir de TRT’nin tek kanal olduğu yıllarda çocukluğumuzun lüksüydü İzmir’den izlenebilen Yunan televizyonu. Gözümüz televizyonda, kulağımız filmleri Türkçe’ye çeviren anneannemizdeydi. Televizyon komşulara baktığımızda biraz erken girdi evimize. Babamın benim kırılan gururumu onarmak için hızlandırdığı bir alışveriş oldu biraz da.

Ben Karataş’ın altın yıllarına yatişemedim. Babam anlatırdı şimdiki Karataş lisesinden eski sayaç atölyesine kadar dizi dizi sıralı aile evlerini.

Josue Kuriel’den bir Kortejo satın alınarak 1827 yılında Musevi Hastanesi’nin ilk temellerinin atıldığını, dünyanın en zenginlerinden Baron Rothschild’in maddi destek olduğunu ise sonradan öğrenecektim!

Evimizin kapısı ile Karataş Hastanesinin bizim sokağa açılan personel kapısı karşı karşıyaydı. Mermer merdivenli, ferforje işlemeli ana giriş kapısının yirmi metre yakınındaki ikinci kapıyı tercih ederdik çoğunlukla. Hastane bekçisi fark edip kovana kadar dev çam ağacının dibine düşen fıstıkları toplar, bazen cesaretimizi toplayarak hastane binasının içine dalardık. Alt kapıdan girip, kimseye yakalanmadan üst kapıdan dışarı çıkmak, sonrasında hemşireler ya da hasta bakıcılar bizi azarlanmadan geri dönmek çocukluğumun yasaklara karşı kazanılmış ilk zaferiydi. Hele hele, hastane duvarından sokağımıza sarkan dalların döktüğü çam fıstıkları ile yetinmek yerine bahçeye dalıp eve ceplerim çam fıstığı dolu bir şekilde dönmenin keyfi, unutamadıklarım arasında yerini almıştır.

Hastanenin ana kapısının girişindeki beş altı basamaklı geniş mermer merdiven ve önündeki sokak, en önemli oyun alanımızdı. Caddeden hastane girişine uzanan hafif eğimli yokuş yolun sonundaki merdivenler futbol kalemizdi. Yokuş yüzünden iki de bir aşağılara kaçan topu merdivenlere çarptırıp golü atan, kaleye geçerdi. Oyunun adı “Gol atan kaleye” idi. Annelerimiz çağırana kadar sürerdi oyun. Bazen de, kıyafetleri ve konuşmaları, bizimkilere pek benzemeyen insanların, ağlamalar , ağıtlar içinde, hastaneden ölü çıkardıkları yakınlarını koydukları cenaze arabası gelince biterdi oyun. Karataş Hastanesinin halk arasındaki ismi Musevi Hastanesiydi… Doktor Kabay, hatırlayabildiğim tek isim olsa da doktorların ve hastaların çoğu Museviydi. Cenaze sahiplerinin de çoğu…
Yaşlı ve kimsesiz Musevilerin kaldığı odalar vardı bir de.Hastanenin üst sokağında yere sıfır, küçük pencereleri vardı bu odaların. Belki içeri bir şey atılmaması, belki de yaşlı Yahudilerin kaçmaması içindi bilemiyorum, pencereler metal tellerle kaplıydı. İçerisi belirli belirsiz seçiliyordu ama özellikle yaşlı Musevi kadınların kaldığı odalardan, hiç susmamacasına şikayet ve yakarış dolu bağırışlar, her gün, her saat, içerdeki öfke ve çaresizliği sokağa yayıyordu.
Bizle ilgisi olmayan, başka dünyanın insanları gibi gelirdi Museviler. Konuşmaları, ürkek tavırları, vatansızlığın yarattığı dayanışma duyguları ile farklı bir cephenin insanları gibiydiler. Musevilere uzak duruşum Matilda teyze ve amcayı tanıyınca sona ermişti. Amca, boynuna astığı tabla üzerindeki iğne, iplik, lastik gibi dikiş malzemelerini pazarda satarak, biraz da yumurta ticareti yapan oğlunun verdiği harçlıkla geçinirdi. Herkes Matilda teyzeye “Madam Matilda” kocasına da “amca” diye seslenirdi. Bu yüzden amcanın adını hiçbir zaman öğrenemedim.
Her akşam Madam Matilda, Aile evinin önünde mangalını yakar, amcanın o gün gittiği pazardan dönüşünü beklerdi. Amca, boynunda tablası ile, 332 sokağın başında görünür, dudağından hiç eksilmeyen şarkılarından birini söylerken başıyla komşularını selamlayarak evin önünde yanan mangalın başına geçerdi. O mangal her zaman yandı ama üzerinde bir şey piştiğini hiç görmedik. Bir süre sonra mangal içeri alınır, amca da içeri girer şarkılarını yüksek sesle söylemeye başlardı. Matilda teyzenin oturduğu Rum evinde buzdolabı yoktu.
Yaz günleri Matilda teyze, sonradan yan komşusu olan anneannemin kapısını çalar farklı şivesiyle buz isterdi. Yardımlaşmalar, selamlaşmalar, farklı inançlardaki insanların dini günlerde birbirlerini kutlamaları, evde pişen yemeğin kokusundan önce bir tabak içinde komşuya ulaştırılan ikramlar, akşam sohbetleri, hoşgörünün ısısıyla yakınlaştırdı insanları hem birbirine. Hem daha insan olmaya.Yıllar sonra Matilda teyzenin ve amcanın birbirinin peşi sıra öldüğünü öğrendim. Amcayı şarkı söylerken anımsamaya çalıştım. Matilda teyzenin buz isteyen kibar sesi duyuldu zamanı delerek.
Adnan Bulu/İzmir